DOĞRU STATÜ EĞİTİM KURUMLARI
BAYRAMLIK SEVİNÇ
20 Aralık 2022
90’lı yılların başıydı. Bingöl’ün Kiğı ilçesinde, merkeze uzak bir dağ köyünde, eşimle birlikte çalışıyorduk. İkinci görev yerimizdi, köyde yeniydik. Ancak birkaç yıllık öğretmendik, çocuktuk. Öğrencilerimizle birlikte bahçede oyunlar oynuyor, dağa oduna, çaya balık tutmaya gidiyor, ders zamanı geldiğinde de asıl rollerimize bürünüyorduk.
Okulumuzda, dayı-yeğen olduğunu sonradan öğrendiğimiz, Hâkim’le Şaydar adında iki öğrencimiz vardı. Hâkim üçüncü sınıfa, yeğen olan babasız Şaydar da dördüncü sınıfa devam ediyordu. Olabildiğine yoksuldular. Aynı evde yaşıyorlar, pek çok eşyayı ortak kullanıyorlardı. Bizi en çok etkileyen de, öğleci olanın erken gelip çeşme başında uzun uzun beklemesiydi. Başlarda kimi, neyi beklediğini anlamamıştık. Ancak bir gün sabahçıların dağılmasıyla birlikte Şaydar’ın önden fırlayıp, çeşme başındaki Hâkim’in yanına gittiğini, orada aceleyle giysi değiştirdiklerini gördük. Yeğenin sırtındaki siyah önlüğü -henüz mavi renge geçilmemişti- dayı giymiş, çuvaldan bozma okul çantasını da boşaltıp elindeki kitaplarını doldurmuştu. Artık diğer öğrencilerden bir eksiği olmaksızın, gururla okula gelebilirdi.
Bu olay kocaman bir taş olup yüreğimize oturmuştu. Dışarısı ne kadar kar, kış, soğuk olsa da, onlar için sıradanlaşmış bu olay, bizim dayanılmaz utancımız olmuştu. Bu sorunu bir an önce çözmeliydik, ancak yollar kapalıydı, ne zaman açılacağı da belli değildi. Sabırsızlıkla beklediğimiz greyderi okulumuzun önünden geçerken gördüğümüzde dünyalar bizim olmuştu.
Köyün geneli yoksuldu. Beşer onar keçinin sütüyle, peyniriyle kıt kanaat geçinmeye çalışıyorlardı. Eşimin aklına güzel bir fikir geldi. Kâğıdı kalemi alıp memleketimize, yakınlarımıza mektup yazmaya başladı. İsteği gayet açıktı; Kiraz’da aile çevremizde, çocukların giymediği ne kadar giysi, ayakkabı varsa biz yarıyıl tatiline gidene kadar toplamalarını yazmıştı. Artık Ocak sonunu gözlemeye başlamıştık. Bir an önce memleketimize gidip toplananları getirmek, öğrencilerimizi birer ikişer giydirmek istiyorduk.
Beklenen gün geldi elbette. Memleketten getirdiğimiz bir valiz dolusu giysiyi, önceden araştırmasını yaptığımız öğrencilere gizli gizli dağıtmaya başladık. Bir öğrencinin diğerinden haberi olmasın istiyorduk. Unuttuğumuz bir şey vardı; onlar birer çocuktu. Öğretmenin verdiği hediyeyi elbette söyleyecekler, üstelik bunu gurur kaynağı yapacaklardı. Gizli tutmaya çalıştığımız bu olay, aynı gün tüm köyde duyulmuştu.
Öğrencilerimiz bize verdiği değeri göstermek için aldıkları giysileri ertesi günden itibaren giymeye başlamışlardı. Giyen okulun bahçesine, oynamaya geliyordu. Kimin üzerinde görsek gözlerimiz yaşararak bakıyor, içten içe seviniyorduk. Herkes gibi Şaydar da giymişti kazağını, pantolonunu. Üstelik o gün önlüğünü giymeden gelmiş, bu yeni giysilerini herkese göstermişti. Bir tek küçük dayı, Hâkim kalmıştı verdiklerimizi giymeyen. O yine ya önlüğüyle ya da kendi eski giysileriyle dolaşıyor, ‘sizin getirdiğiniz giysilere kalmadık henüz’ gibi sessiz, anlamlı iletiler veriyordu. En azından biz öyle okuyor, üzülüyorduk.
Günler, haftalar bir bir geçiyor, kış usulca ayakaltından çekiliyordu. Mart sonuna doğru Ramazan başlamış, insanlar orucuna, ibadetine kapanmıştı. Biz Hâkim’i, Hâkim’in giymediği giysileri düşünmeyi bırakmıştık. Sonuç olarak anlamıştık ki, verdiğimizi içine sindirememiş, giymeme kararı almıştı. Bundan doğal ne olabilirdi? Demek ki o diğerlerine göre farklı düşünüyordu.
Nisan sonuna doğru havalar ısınmaya, çevrede bulunan her yer yeşile boyanmaya başlamıştı. Sanki ilkyaz erken inmiş, Ramazan bayramıyla birlikte insanlara sürpriz yapmak istemişti. Üç günlük bayramda yollara düşmektense köylümüzle bayramlaşmayı, evimizde oturup dinlenmeyi planlamıştık. Hem köydeki bir bayrama tanıklık edecek, hem de komşularımızın yaptığı baklavaları tadacaktık.
Bayram sabahı öğrencilerimiz birer ikişer bayramlaşmaya geldi. Kimisi kapıdan elimizi öpüyor, ikramlarımızı alıp dönüyor, kimisi de eve girip biraz oturuyordu. Öğleye doğru, üç kişilik bir grup daha geldi. İçlerinde Hâkim de vardı. Onu bayramlıklarıyla gördüğümüzde boğazımıza kocaman bir düğüm oturmuştu. Aldığı kışlık giysileri, onca soğuğa rağmen üç ay giymemiş, Nisan sonunda gelen bu bayram gününe saklamıştı. Üstelik bu giysileri kimseye dokundurtmadığını, elini uzatan arkadaşlarına, “Ula dokunmayın, ögretmenin hediyesidir ha!” dediğini sonradan duymuştuk.
Batı’da bir çocuğun giymediği, beğenmediği giysi, Doğu’da başka bir çocuğun bayramlık sevinci olması, paslı bir çivi gibi çakılmıştı belleğimize. Ondandır ki, her Ramazan Bayramı’nda, Hâkim aklımıza geldiğinde kanar durur o anı sessizce.